Derin mi derin bir mağarada
Buldu bir duvarı,
Ki üzeri kaplanmıştı
Okunması imkânsız yazılarla.
Ardından dokunmaya başlamış rastgele yerlere,
Belki bir çıkış yolu bulur diye,
Kendini çıkaracak bu mağaradan,
Aydınlığa kavuşturacak karanlıktan.
Bir, iki, üç yeri denedi; olmadı.
Dördüncü denemesinde başardı.
Duvar yok oldu olmasına,
Ama bir çığlık koptu o anda.
Yaktı yanındaki meşaleyi korkmuş biçimde,
Ardından da başladı bu mağarayı gezmeye.
Pek de uzun olmayan bir süre sonra
Meşalesi söndü ani bir rüzgarla.
Tekrar yaktı hemen ateşi
Ve baktı önüne… O da neydi?
Fakat keşke bakmayı istemeseydi;
Önünde öyle bir varlık vardı ki…
Vücudu andırıyordu kocaman bir fıçıyı,
Binlerce eklemli parmakları,
İçinde çeşitli organizmalar sarkan ağzı,
Sanarsın ki fil dişi boynuzları.
Sıska mı sıska bacakları,
Bir ejderhayı andırıyordu pullarla kaplı zırhı.
Uçuyor, saf gümüşten kemik kanatları…
Şüphesiz buna bir canavar demek az kalırdı.
Fakat daha da kötüsü vardı:
Onun algısı bunu anlayamadı,
Anlaşılamazdı her bir parçası,
Ve onun aklı da kaldıramadı.
Koşmaya başladı bunun korkusuyla;
Bir yandan da yüzü yanıyordu ateşteki harla,
Ve de ciğeri doluyordu ateşin zehirli havasıyla,
Ama yine de devam ediyordu koşmaya.
Fakat bu kovalamaca uzun sürmedi.
Az önceki duvar yeniden önünde belirdi,
Fakat koştu yine de vererek bütün enerjisini,
Zira ona göre bu duvar gerçek falan değildi.
Fakat duvar sonuna kadar gerçekti.
Tosladı duvara; sarsıldı bedeni.
Kendisi bir yana, meşale bir yana gitti,
Ve de meşale düşünce oldu ortalık yangın yeri.
Yandıktan sonra etrafı,
İlk defa tam olarak gördü canavarı,
Ve o anda bir şey çatırdadı…
Bilmem, belki de bu çatırdayan onun kırılgan canıydı.
Yorumlar