1960 senesine gelindiğine sadece ''Dyatlov Geçidi Vakası'' değil, onlarca hatta yüzlerce dağcının başına açıklanamayan olaylar gelmişti. Genelde Ural ve Altay dağları üzerinde olan bu vakaları, KGB ve Ordu olayı incelemeye aldı.
Hikayenin baş kahramanları olacak olan ekip kuruldu. KGB ve Ordu'nun seçkin isimleri burada toplanmış ve inceleme için bir kaç bilim insanı daha dahil edilmişti.
Bölüm 1: Yolculuk
Her şey soğuk bir kış gününde başladı. Moskova'nın göbeğinde bir apartmanda kirada kalıyordum. Ev çok büyük değil idi ama yaşamak için yeterliydi. Oturduğum sandalyeden kalktım ve yürümeye başladım. Hayat sakindi, Macaristan'dan iyiydi. En azından bir direniş bastırmıyorduk. Yavaşça ilerlerken aklımda bunlar geçiyordu. En sonunda mutfağa vardım. Bir ton ahşap ev eşyası vardı, gözüm buzdolabını aradı. Yavaşça buzdolabına ilerledim. Kapağı yavaşça açtığımda bir şişe votka beni karşıladı. Votkaya uzandım ve elime alarak geri salona döndüm.
Salona geldiğimde pencerenin önüne bir sehpa ve sandalye çektim. Sehpanın üzerinde olan bardağa -önceden de sehpanın üzerinde idi- doldurmak üzere votka şişesinin kapağını açtım ve bardağa yavaş bir şekilde votkayı doldurdum. Votka dökülürken eski anılarımda gözlerimin önüne döküldü. Büyük Vatanseverlik Savaşı, Stalingrad, Budapeşte... Emektar üniformam, madalyalarım, ölen arkadaşlarım...
Votkamı bembeyaz olmuş pencerede o gipgri binaları izlerken yudumluyordum. Her şey çok yavaştı ve uykum gelmişti. Gözlerimi yavaş yavaş kapattım. Tam uykuya geçiçek iken zil sesi beni yerimden fırlattı. Hızlı adımlarla kapıya ilerledim, kapıyı açtım ve karşımda üniformalı iki subay vardı.
'' Yoldaş Teğmen Andrey, Anavatan'ın sana ihtiyacı var.''
Andrey subayların gözünün içine baktı. Ne olduğunu anlamamıştım, ne olmuştu? Ama başka seçeneğim olmadığının farkına vardım. Bir dakika müddet istedim ve üniformasımı giymek için yatak odasına gittim. Gri üniformayı düşünmeden tuttum ve kendine çektim. Üniformanın kolunu kolumdan geçirdim. Apoletlerimi taktım ve orak çekiçli uşankayı kafamdan geçirdim. Sonra ise hızlıca koşarak kapıya geldim. Subaylar kapının orada beni bekliyordu. Hızlıca botlarımı giydim ve subaylarla apartmandan çıktım. Madalyalarımı takmaya fırsat bulamamıştım ama bence pekte önemli değildi.
Subaylar apartmandan çıkana kadar tek kelime bile etmedi. Garibime gitti ama umursamadım. En sonunda merdivenleri indik, bir araba bizi karşıladı. Subaylardan bir tanesi arabanın kapısını hızlıca açtı ve içine girdi. Diğeride ön koltuğa oturdu, bende ilk subayın açtığı kapıdan arka koltuğa oturdum ve kapıyı normal bir şekilde kapattım. Burada yanımda oturan subay ilk kez konuştu.
''Yoldaş Teğmen Andrey, ben Kaptan Nikolay. Ön koltukta oturan Yoldaş Üsteğmen Vlad. Aklında sorular olduğunun farkındayım. İnan ki bende cevaplarını bilmiyorum fakat meraklanmana gerek yok. Yoldaş Binbaşı Petrov sana cevaplarını verecek.''
Ne olmakta idi? O Yüzbaşı (Kaptan) rütbesindeki birisi neden bilmiyor? Çok mu gizli? Benim kafamda bu sorular yankılanırken araba sert bir fren yaptı. Kafamı araba camından çıkardığım zaman gördüm ki önümüzde bulunan yaya geçidinden bir düzine kadar ilkokul öğrencisi geçiyordu. Kafamı geri arabanın içersine soktum
En sonunda vardık. Araba'nın durduğu yer normal bir otoparktı. Her şey gri tondaydı, tenk renk katan şey arabalar idi. Üsteğmen arabadan indi ve Yüzbaşı'nın kapısını açtı. Yüzbaşı indikten sonra arkasından bende kendi kapımı açarak indim. Otoparkta biraz yürüdük. Sonunda Binbaşı'yı fark ettik, üsteğmen bana döndü ve elimi sıkarak.
''Yoldaş seni burada bırakıyoruz. Yoldaş Binbaşı Petrov sana yol arkadaşlığı yapacak.''
Subaylar beni buraya getirdikleri arabaya yavaşça döndü. Ben ise Binbaşı Petrov'un yanına ilerledim. Binbaşı Petrov'u selamladım sonra o beni selamladı.
''Yoldaş Teğmen Andrey, aklında onlarca soru var. Hepsini birazdan öğreneceksin''
Sonra ise Binbaşı Petrov arabaya doğru ilerlemeye başladı. Bende onu takip ettim, en sonunda arabaya vardık. O ön koltuğa ben arka koltuğa oturdum. Şöfor arabayı çalıştırdı ve ilerlemeye başladık. Binbaşı Petrov konuşmaya başladı:
''Yoldaş Teğmen Andrey, muhtemelen şu ana kadar Altay ve Ural dağlarında olan ölümlerden bir habersin. Onlarca dağcının kayıp olduğu haberi geliyor. Konumlar her zaman aynı Ural veya Altay Dağları.''
Az buz anladığım ile cevap verdim.
''Yoldaş Binbaşı, bu konu ile benim alakam ne?''
Binbaşı Petrov hızlıca yanıtladı
''Alakası şu ki, senin gibi dağcılık konusunda uzman subay ve çavuşlardan benim komutam altında olan bir ekip kuracağız ve yarım deste bilim adamı ile bu ölümleri araştıracağız''
Anladığım kadarı bana yetmiş idi. Urallara gidecektik. Benzer şeyleri Büyük Vatanseverlik Savaşında yapmıştım. Kafkas Dağlarında Faşistlerle çok mücadele etmiştim. Bu yüzden muhtemelen seçilmem normaldi. Şuan nereye gittiğimizi hiç bilmiyordum. O yüzden gözümü kapatıp yol boyunca uyumayı tercih ettim.
* * *
Şöfor'ün beni dürtmesi ile uyandım. Chkalovsky Askeri Havalimanı'na gelmiştik. Buradan Urallara gidicektik ve ekibin geri kalanı ile bu noktada tanışacaktım. Araba kapısını yavaşça ittim, hala uykuluydum. Uykulu bir şekilde dışarı çıktım ve Binbaşı'yı görmemle uykusuzluğumu atıp üniformamı düzeltmem bir oldu.
Binbaşı ile ekibin geri kalanının bizi beklediği yere ilerledik. Ekibi tanıtmam gerekir ise
Yoldaş Başçavuş Boris İvanov:Benim gibi bir Büyük Vatanseverlik Savaşı gazisi. Tim çavuşu. Üniformasının omzunda siyah kenarlı açık mavi bir işaret var yani Havacı -Muhtemelen hava indirme birliği (VDV)-
Yoldaş Asteğmen Alex Annenkov:Kendisi Budapeşte'de ayaklanma bastırmak dışında katıldığı bir savaş yok. Fakat dağcılık geçmişi olduğu için bu ekipte.
Yoldaş Teğmen Pavel Aksakov:Kendiside Annenkov ile benzer bir geçmişe sahip. Ek olarak Hava İndirme Birliği (VDV) mensubu.
Yoldaş Üstçavuş Yuri Kamenev:Ekibin en alt rütbelisi. Kore Savaşı'nda Gerilla Harbi konusunda Askeri Danışmanlık yapmıştır.
(bu mühim bilgiler için Yoldaş Binbaşı Petrov'a şükranda bulunuyoruz)
Ekiple kısa bir tanışma sonrası uçağa doğru ilerledik. Bir kargo uçağıydı ve görevin gizliliğinden dolayı kargolarla beraber seyahat edicektik. Uçağın kargo rampasından bindik. Uçağın içi gerçekten çok sıkışıktı, bir ev kadar genişti olması olmasına ama kargo kutularıyla bayağı bir sıkışıktı. Kargoların arkasında olan bir kısım vardı ve biz oraya yerleştik. Bir kaç adet palet oraya dizilmişti ve onların üstüne oturduk. Temel ekipmanlarımız bize orada teslim edildi. Herkese bir adet el feneri ve halat, kışlık üniforma, daha kalın uşankalar, yerel halk mansilerin dilinde sözlük, 3 günlük yiyecek ve SKS Simonov tüfeği dağıtıldı. Yoldaş Binbaşı Petrov sadece tabancasını taşıyacaktı ve Aksakov ile Annenov DP27'yle PPSh-51 kullanacaktı.
Paletlerden birisine oturdum ve düşüncelere daldım. Acaba bizi orada ne bekliyordu? Bir anda beni Yoldaş Teğmen Aksakov'un dürtmesi ile irkildim. Aksakov söze girerek:
''Yoldaş niye öyle bön bön bakıyorsun? Düşmanı görüncede mi öyle bakacaksın.''
Aksakov'un dediklerinin şakayla karışık olduğunu anladım ama yinede söze girdim.
''Yoldaş Aksakov, neden öyle dedin? Düşmanla çarpışmaya gitmiyoruz sonunda''
Şahsen pek istemezdim düşmanla çarpışmayı. Büyük Vatanseverlik Savaşı'nda faşiştlerin açtığı yaralar henüz tazeydi. Aynı şeyleri tekrar yaşamak istemezdim. Aksakov yine söze girdi,
''Yoldaş sende ne az anlıyorsun şakadan ha! Bende biliyorum oraya gitmemizin sebebinin üç beş dikkatsiz salakla uğraşmak olduğunun farkındayım.''
Kafamla onu onayladım. O sırada Aksakov üniformasının göğüs cebinden bir sigara paketi çıkardı. Paketi yavaşça açtı ve bir adet sigara aldı, ağzına yavaşça koydu. Banada isteyip istemediğimi sordu, kabul ettim. Bir dal sigarayıda bana uzattı, ucundan tutarak elinden aldım ve ağzıma koydum. Pek sigara alışkanlığım olmadığı için çakmağımda yoktu. Sağolsun Yoldaş Aksakov çakmağını sigarayı yakmam için verdi. Çakmak sıradan bir çakmaktı, üzerinde Orak ve Çekiç simgesi kazılıydı. Sigarayı yaktım ve çakmağı Aksakov'a geri uzattım.
* * *
Gözümü yavaşça açtım. Tim Çavuşu İvanov bizi uçak havadayken uyumamız konusunda tavsiyede bulunmuştu. Gün içinde dinlenecek zaman çok az olacağı için yolculukta dinlenmek mantıklıydı. Uçak iniş yaparken çıkan ses zaten uyandırmaya yetmişti. Yoldaş Komutan Petrov çoktan uyanmuş bizi bekliyordu. Bana bir şeyler dediğini ağız hareketlerinden anladım ama ağzından çıkan şeyler hiç anlaşılır değildi, uçağın iniş sesi her şeyi bastırıyordu. Elimle duymadığımı anlatmaya çalıştım. Elimi kulağıma götürdüm ve işaret parmağımı salladım derken bir anda yerimden sıçradım. Muhtemelen uçak yere değmişti, ya da havada isabet aldık. Yoksa böyle bir sesin ihtimali yok. Bu ses patlamasından sonra sesler azalmıştı, muhtemelen taksi pozisuonundaydık. Paletlerden destek aldım ve ayağa kalktım. Hızlıca Yoldaş Binbaşı Petrov'un yanına gittim.
''Emredersiniz Yoldaş Binbaşı''
Binbaş Petrov gülümsedi ve
''Yolculuk nasıldı yoldaş?''
Sorusunu sordu, cevapladım.
''İyiydi binbaşım''
Binbaşı Petrov omzumu sıktı ve
''Yoldaş o zaman git ve uyuyan arkadaşlarını uyandır''
Anlaşıldı, dedim. Aksakov dışında herkes uyanmıştı. Diğerleri zaten iniş anında gelen o ses ile yerinden sıçrayarak uyanmıştı. İvanov, Binbaşı Petrov'dan sonra gelen komutan olduğu için zaten uyanıktı. Aksakov Yoldaş muhtemelen hava indirme birliğine mensup olduğu için bu seslere alışıktı ve uykuya devam etmişti. Yavaşça yanına ilerledim ve çömelerek dürttüm. Kış uykusuna yatmış bir ayı gibi uykuya daldığı için uyandıramadım. SKS Tüfeğinin dipçiğini aldım ve dürtmeye devam ettim. Çok şükürler olsun bu sefer uyandı. Yavaşça ayağa kalktım ve eşyalarımı topladım. Ben orada Aksakov'u uyandırmaya çalışırken neredeyse uçak durmuştu bile. İvanov sıraya geçmemizi emretti. Bizde sıraya geçtik. Uçak indi ve sıkış tokuş olan kargoların arasından zar zor geçtik. 4 kişi bu hızlı ve tempolu bir şekilde zar zor sığılan bir delikten geçmek tabii kolay değildi. En sonunda ucaktan indik ve Bolshoye Savino Havalimanı'na gemiştik.
Pist boyunca ilerledik, hava gerçektende aşırı soğuktu. Hem Ural Dağları'na gelmiştik, hem sabahın erken saatleriydi. Pistin sonuna geldiğimizde bir GAZ-69 bizi karşıladı. Gipgri ve ruhsuz havaya böyle bakımsız, koyu yeşil ve ruhsuz bir kamyonet yakışırdı tabii. Kamyonetin arkasına atladık ve yolculuğa başladık. İvanov ve Petrov ön koltuklarda biz ise arkada ilerledik. Bizi yine uzun bir yolculuk bekliyordu, havanın soğukluğu üstümüzde bulunan kışlık üniformasından bile hissediliyordu. Yolculuk boyunca pek bir şey olmadı. Sigaralar içildi, uykular uyundu, sohbetler yapıldı. En sonunda görevin başlayacağı yere geldik. İçimizde heyecandan çok, Tanrı'ya görevin bir an önce bitmesi için dualar vardı.
Bölüm 2: Karın Altında
GAZ-69 durdu, yavaşça indik. Kasaya geçiyor ve sıra sıra atlıyorduk. Kamenev atladıktan sonra bembeyaz karın içine atladım. Kar düşündüğümüzden sertti ama kısa süreli bir acıdan çok bir şey yapmıyordu. Atladıktan sonra hemen SKSyi elime aldım. Hava cidden çok soğuktu, kendi kendime dağcılar nasıl buralara dayanabiliyor diye sorguladım. Elimde tüfekle beklemeye koyuldum. Sıra sıra diğer yoldaşlarda indi, en son Petrov karşımıza geçti.
''Görev başladı yoldaşlar. Bundan sonra dinlenme yok'' biraz bizi incelekdikten sonra elini yumruk yapıp ağzına doğru yakınlaştırdı ve boğazını temizledi. Sonra ise ''Hizaya geçin!'' hemen sıraya geçtik. Başımızda İvanov olacak şeklinde hizalı bir şekilde yürümeye başladık. Ölüm sessizliği hakimdi, ne bir yoldaştan ne etrafdan ses geliyordu. Bir kaç saat yürüdük, en son bir köye geldik. Köye girdik, Binbaşı Petrov Mansice'yi çat pat konuşabiliyordu bu yüzden önden gitti. Köye tamamen rastgele denk gelmiştik ama iyiki gelmiştik. Mansiler geyik yetiştirip satıyordu, biraz konserve yemeği karşılığında geyik eti takas ettik. Moskova'dayken bile taze et yiyemiyordum, şimdi ise taptaze et yiyeceğim. Sonra ise Sverdlovsk yakınında bulunan ilk noktaya ilerledik.
Burası biraz daha az sürdü ama yine yorucu idi. Burada olay garipti, bir düzineden az kampçı buraya gelmişti. Kamp sırasında bir gece ansızın çadırları yırtmış ve koşmuşlardı. Bazıları hayattta kalmış bazıları ölmüştü. Hayatta kalanlar bazı anomaliler rapor etmişti, parlayan ışıklar bunlardan tüm olayla ortak olan sadece bir şeydi. İncelemeye koyulduk, aslında çoğu inceleme olay öncesi yapılmıştı. Bize sadece neden olduğunun -veya ne olduğunun- cevabı lazımdı. Kampı olay yerine yakın bir yere koyduk, 3 adet iki kişilik çadır var idi. Birisinde Petrov ve İvanov bir çadırda kalacaktı. Çadırlar üçgen şeklinde kurulmuş ve ortasında kamp ateşi vardı. Çadırların kurulumu zordu. Altına kar gelince ise çok uğraştırıcı oluyordu. Yine bir şekilde kurduk. Demir direkleri kara saplıyor ve örtüyü üstelerine sabitliyor içerisine çarşaf seriyorduk. Kamenev ve Annenkov ateş başında takasladığımız geyik etlerini haşlıyordu. Biz ise çadırları kurduktan sonra Aksakov ile bir sigara molasına çıktık. Bana bir dal sigara uzattı ve aldım, yavaşça ağzıma götürdüm ve nazikçe koydum. Aksakov kendi sigarasını yakmaya çalıştı, ama gelirken gazı çoktan donmuştu.
Aksakov, ''Andrey iki dakika beklesene gaz donmuş, Yuri'den kibrit alayım.'' dedi. Kafamla onayladım. Bir koşu gitti, bende dağ ile başbaşa kaldım. Buralar daha güzel gelmişti, monoton şehir yerine doğa ile baş başa kalmak daha güzeldi. Dürüst olayım, ömrüm boyunca buralarda yaşamak isterdim, o korkunç binalar, düşündükçe bile titreme geliyor. Ben derin düşüncelere dalmış iken bir anda Aksakov belirdi. Onu görünce irkildim. Kibritle ilk kendi sigarasını yakmıştı, sonra ise bana uzatmıştı. Bende ağzımda bulunan sigaraya doğru kibriti götürdüm ve yaktım. Sonra ise kibriti üfleyerek dağdan aşağı attım. Daha sigara tam yanmaya başlamadan Annenkov çağırdı.
''Yemek hazır! Ayrıca İvanov'da çağırıyor!''
Sigaramı söndürdüm ve postalımın altına atarak ezdim ve acele bir şekilde kamp ateşine koştum. Yemek kızartılmak yerine haşlanmıştı. Bana haşlanmış etin bir kısmını yanına konserve haşlanmış patates olacak şekilde -tabii tabakla- uzattı. Biz yemeğe başlayıp yerken İvanov söze girdi.
''Yoldaş Binbaşı Petrov'un emrine göre, Yoldaş Aksakov ve Andrey ilk göreve çıkacak.'' bunu söyledikten sonra ayağa kalktı. Bize doğru yürüdü ve ''Size gönüllü 3 bilim adamı eşlik edecek. Kim oldukları hakkında gram bilgim yok.''
Hızlıca ayağa kalktık ve çadırımıza doğru yürüdük. Uzandım ve çantamı bir yerinden yakaladım. Sonra hızlıca kendime doğru çektim. Tüfek zaten çantaya bağlıydı. Çantamı aldım ve kollarımdan geçirdim. Tüfeği elime aldım ve omzuma çapraz olacak şekilde astım. Uşankamı kafama geçirdikten sonra hazırdım. Kampın merkezine ilerledim, Aksakov ile zaten aynı çadırdaydık. Ben hazırlanırken o çoktan hazırlanmıştı bile. Beraber Petrov'un çadırına ilerledik. Petrov'da çadırın dibinde çömelmiş bir haritayı inceliyor gibiydi. Ben öne çıktım ve selam verdim. Göreve gittiğimizin raporunu sözlü olarak verdikten sonra yamaçtan inmeye başladık.
İnerken Aksakov beni beklemeden hızlıca gidiyordu. VDV Personeli olduğu için alışkındı. Bende hızlıydım elbette ama Aksakov'a yetişemiyordum. En son bir düzlüğe indi hemen arkasından geldim. Gülümseyip ''Azıcık yavaş olsana Ceylan mısın sen?'' Aksakov ise gülümsedi ve ''Sen ne sandın?'' dedi. Ufak sohbetten sonra ilerlemeye devam ettik.
Kampı bölgeye 40 dakikalık bir yere kurmuştuk. 20-25 dakika kadar kalmıştı. İlerliyorduk. Aksakov yanında gelirken kibrit almıştı, malum hiç çakmakla uğraşmak istemiyordu. Son yarım deste sigara dalından birisini aldı ve ağzına koydu. Daha sonra paketi bana uzattı. İçinden bir dal sigara aldım ve iki parmağımın arasında ağzıma götürüp koydum. Kendi sigarasını yaktıktan sonra kibriti bana uzattı. Bende kendi sigaramı yakıp ve kibriti söndürdüm.
***
Dağcıların kaybolduğu yere vardık. Burada bize bakan bir kaç kişi vardı. Elimi tüfeğime götürdüm. Soğuk tetiği parmağımla sardım. İlerlemeye devam ettik, Aksakov'da benzer bir aksiyon aldı. Yavaşça adım adım ilerliyorduk, silahımı kavradım. Karşıda bulunan bir kişi yine tabancasını çekmişti. Silahlarımızı birbirimize doğrulttuk. Artık bir tedbir yoktu, tehdit vardı. Bir anda bir kadın araya girdi, silahı doğrultan adamın elini yere indirdi. ''Vasili baksana, bunlar Petrov'un adamları'' Aksakov bir şey fark etmiş gibi oldu. Aksakov bana döndü ve ''Korkma, çavuşun bahsettiği ekip bu'' durumu o an fark ettim ve silahımı geri bıraktım.
Sonra yanlarına ilerledik. Tanışma faslına hızlı bir geçiş oldu. Grubun ilk göze çarpan kişisi, Nora Gagolin. Omuz hizasında olan o dalgalı sarı saçları, mavi gözleri. Kendisi güzel olduğu kadar zekiydi, Moskova Devlet Üniversitesi mezunu -SSCB'de en üst akademik birimdir- diğeri ise Vasili Obnizov. Kendisi Ural Teknik Üniversitesi mezunu hatta İgor Dyatlov'la bizzat temas etmiş birisi. Son kişi ise Yuri Yudin. Evet, Dyatlov Vakası'nda tek hayatta kalan kişi. Kendisi gönüllü olmuştu çünkü arkadaşları ölmesine rağmen kendisi yaşadığı için yoğun bir suçluluk duygusu hissediyordu ve bu yüzden gönüllü olmuştu. Tanışma faslını geçtik ve olayın olduğu yere ilerledik.
Olay doğrudan burada gerçekleşmişti, Nora bir anda öne atladı ve bazı şeyler not almaya başladı. Ben o işlerden pek anlamıyordum, zaten öyle aman aman bir görevimiz yoktu. Bilim insanları araştırma yaparken biz onlara eskortluk yapıyorduk. Yani araştırma değil koruma için oradaydık. Yere eğildim ve bir avuç kar aldım. Elimle top yaptıktan sonra Aksakov'a fırlattım. Bana karşılık verdi. Ufak bir kar savaşı yapmaya başladık. Karlar birazcık acıtıyordu ama eğlenceliydi. Aksakov kartopunu ıskalamam için başını yana eğdi o sırada kartopu hızlı bir şekilde Nora'ya çarptı. Nora yavaşça arkaya döndü. Gülümsedi ve eğilerek not defteri ile kalemi yere bıraktı ve kartopu yaparak bize fırlattı. Biz gülüp eğlenirken bir anda otların arasından bir hışırtı duyuldu. Hemen elimi tüfeğe götürdüm ve nişan aldım, Aksakov'da bana eşlik etti. Sesleri takip ediyorduk, ses her bir salisede daha yakınlaşıyordu. En son tam tetikteyken o şey üstümüze atladı. Hepimiz irkildik ve Aksakov bir sarjör mermi boşalttı. Ne yazık, bu şey talihsiz minik bir tavşandı. Aksakov, ''Olumlu olalım. Tavşanı kızartıp güzel bir ziyafet çekelim''.
Sverdlovsk Oblastı
Öyle olaylar dışında pek bir şey olmadı ve geri kampa döndük. Diğer ekipte bizimle geldi. Onların kendi çadırları vardı ve yakınımıza kurdular. O gece öyle bitti. Sabah'a kadar iyi uyudum. Burası kesinlikle uçaktan daha rahattı, karın üstüne serilmiş döşek paletten bin kat iyiydi. Çadırın bir anda fermuarı açıldı. Birisi beni hızlıca tüfeğin namlusu ile dürtüyordu. Kafamı kaldırdım, bu Annenkov yoldaştı. Kafamı çadırdan dışarıya çıkardım, uyku sersemiydim. Yarı uykuda bir şekilde havaya baktım. Kuzey Işıkları'na benzeyen bir kaç ışık vardı. Annenkov, ''Andrey, benzer şeyler bu dağcıların raporlarında da vardı.'' SKS'yi elime aldım, bu şeylere ateş etmeye başladım lakin herhangi bir şey olmadı. Annenkov hızlıca bilimcilerin yanına koştu. Çadırlarının fermuarını açtı ve Yuri'yi dürttü. Yanında Vasili ve Yuri ile Annekov geldi. Yuri yanında olan fotoğraf makinesini almaya hızlıca çadıra koştu. Büyük bir belirsizlik vardı, uzaylı mı, normal bir ışık mı, uçak mı? Ben bunları konuşurken Yuri geldi. Bir kaç fotoğraf çekti ama ne garip hiçbir fotoğrafta bu ışıklar gözükmedi. Gece boyunca ışıkları izledik, hiç bir fotoğrafta gözükmüyorlar idi. Annenkov durumu karargaha raporlarken görsel materyal olması için birimizin o şeylerin çizimini yapması istedi. Vasili bir kağıt bir kalemle bir şeyler karaladı ve Annenkov'a uzattı. Biz onu izlerken bir anda ortadan kayboldu. Herhangi ara bir eylem oluşmadı, sadece yok oldu. Sabah durumu Petrov'a raporladık.
Bugün kampta nöbet sırası ben ile Aksakov'da idi. Ayağa kalktım ve çadıra ilerledim, çadırın fermuarını çekip içeride yatan Aksakov'u dürttüm. Pavel yavaşça ayağa kalktı. Botlarını giydi ve çadırdan çıkarak yanıma geldi. Ona dün olan ışıkları anlattım, şaşırdı ama inanmadı.
''Andrey, hadi sen git silahlara bakım falan yap. Kamp ateşini ben hallederim'' dedi, bende kafamla onayladım ve tüfeğime ilerledim. İlk önce gez kısmını biraz inceledim. Pek bir şey yoktu, sonra bir bezle tüfeği nazikçe sildim. Gaz kısmına göz attım, sıkıntı yoktu. Aynı şeyleri diğer tüfeklere de yaptım. En sonunda ayağa kalktım ve omzuma çarpık asılık tüfek ile devriye atmaya başladım. Normal bir şekilde etrafta biz dışında hiç kimse yoktu. Öylesine volta atıyordum. En beni sonunda Pavel çağırdı. Yanına gittim, benden kibrit getirmemi istedi. Annenkov'un kaldığı çadıra gittim. Annenkov giderken çantasını götürmüştü ama yemek için kullanacağımızı tahmin ettiği için kibritleri burada bırakmıştı.
Kibriti aldım ve Aksakov'un yanına geldim. Kibritleri uzattım ve aldı. Bende volta atmaya devam ettim. Akşama kadar böyle devam etti. Önemli bir husus olmadı. Diğerleri geldi, Pavel şefliğini konuşturmuş az kala İvanov fark etmese tavşanı küle çevirecekti. Ama sonuçta tavşanı yakmadı ve bizde önceden kalan haşlanmış eti, sebze konserveleri ve tavşanı afiyetle yedik. Özellikle tavşan mükemmeldi, onun o çıtır çıtır dışından bir ısırık aldıktan sonra o sımsıcak ama yumuşak içini ısırmak hayatta tecrübe ettiğim en iyi şeylerden idi. Düşündükçe bile ağzımın suyu akıyor.
Yemeği yedikten sonra kampı toplamaya başladık. Herkes kendi kaldığı çadırı toplamıştı. Pavel örtüyü çekmiş ve katlamış, bende çubukları toplamış ve bir araya getirmiştim. Sonra ise hep beraber Petrov'un yanında buluştuk, Petrov'un hesabına göre eğer her şey yolunda giderse sabaha diğer kamp yerine belki varacağız.
Yola başladığımız vakit akşamüzeri idi. Gece boyunca ilerledik, gece yarısından bir kaç saat evvel feci bir kar fırtınasına yakalandık. En önde giden İvanov'un taşıdığı çadıra ait demir çubuklardan birisi elinden kaydı ve yerde yuvarlanmaya başladı. Etraf bir anda bembeyaz oldu. Kendimi yere attım, rüzgara sırtımı döndüm. Her taraf bembeyazdı. Cenin pozisyonu aldım, gözümü azıcık aralasam rüzgardan geri kapatmak zorunda kalıyordum. Bağırmaya çalıştım, aramızda diğerleriyle pek bir mesafe olmamalıydı, azıcık hareket etmeye çalıştım, bir anda birisi ayağımdan yakaladı beni. Kendisini ayağımı tutarak yanıma çekmeye çalıştı, debeleniyordu. Bir kaç başarısız deneme sonrası en sonunda kendisini yukarıya attı. Bana sımsıkı sarıldı ve kulağıma konuşmaya çalıştı. ''Pav- Pave- Pa- Pavel beni- ben!'' bana şuan sımsıkı sarılan Pavel Aksakov'du en azından. Bir anda fırtına seslerini bastıran bir kaç adım sesi duyduk. Her şey çok karma karışık hale gelmişti. En kötü ihtimalle bir vahşi hayvan bize doğru geliyordu. Sesler giderek artıyordu, aşırı geren bir hava olmuştu. Elimi belki bir kişiyi yakalarım diye havada salladım ama umutsuzdu. Sadece Pavel ve ben kalmıştık. Ses artık fırtınayı bastırır hale gelmişti. Adım sesleri üstümüze üstümüze geliyordu, tüfeğime sarıldım ama onu havaya kaldırmak bile imkansı-
Bir anda çatırtı sesleri gelmeye başladı. 5 saniye bile geçmeden kar tabakası çöktü ve tahmini 5 metrelik bir mağaraya yuvarlandık. Ben ufak tefek yaralarla atlatsam bile Pavel'in belden aşağısının üstüne yoğun bir kar tabakası düşmüştü. Güçlükle ayağı kalktım, ayaklarım daha bir kaç dakika önce olan olayların etkisiyle titriyordu. Bir yere yaslandım, çok hızlı nefes alıp veriyordum. En son gözümü araladım, bu oyuk fırtınayı bloke ediyordu. Tam rahatlamışken Pavel'in inleme seslerini duydum.
''ÖLECEĞİM! UMUT YOK BİTTİ HER ŞEY''
Adeta çocuk gibi ağlıyordu. Yanına çömeldim ve;
''Pavel, ölmeyeceksin. Beraber eve, Moskova'ya geri gideceğiz.''
Pavel'i teselli etmeye çalışıyordum lakin ağzımdan çıkanlara ben bile inanmıyordum. Yüksek sesli bir adım sesi duydum, tüfeğime hemen sarıldım. Ayağa kalktım ve nişan aldım. Bir yaratık -dev bir şempanzeye benziyordu- Çavuş İvanov'u eliyle havaya kaldırdı, fırtınayı umursamıyordu bile. Ağzını kocaman bir şekilde açtı ve İvanov'u yuttu. Zavallı İvanov onun ağzında acı çekiyordu. Kolunun bu yaratığın dişlerinin arasından kopup yere düştüğünü gördüm. Kalbim durmaksızın atıyordu. Tüfeği bu şuka'nın kafasına doğrulttum -şuka Rusça'da fahişe anlamına gelen bir küfürdür- tam tetiği çekecektim yapamadım. Elim titriyordu, dona kalmıştım. Bir anda ağlamaya başladım. Benim ağlamamı duydukça Pavel daha şiddetli ağlıyordu. Her şey bitmişti. Bir anlık tüfekle Pavel'i vurup sonra kendimi öldürmeyi düşündüm...
Eve gelmiştik, Moskova. Arabadan indim ve karargaha görevi bitirdiğimi raporlamak için ilerlemeye başladım. Muhafızlara selam verdim ve yürümeye devam ettim, ana binaya ilerliyordum. Binanın üstünde asılı bir kare şeklinde silahlı kuvvetler arması vardı, kapıdan içeriye sakince girdim. Orada duran bir astsubaya Yoldaş Albay Denikin'in yerini sordum. En sonunda Albay'a raporu ilettim ve binadan çıkış yaptım, arabaya ilerledim ve kapıyı açtım. İçeriye oturdum ve tam vites kolunu tutmuşken kar parçaları etrafa yığıldı. Çevreye baktım ve burası Moskova değildi, göçüğün içindeydik. Yorgunluktan bitap düşmüş adeta canlı çürümüş Pavel'in soluk gözlerine baktım.
3.Bölüm: Fırtınadan Sonraki Acı
Çömeldim ve çantama baktım, bir kaç günlük konserve & su, el feneri ve halat. Halatı çantamdan tuttum ve çektim, Pavel bana umut dolu gözlerle bakıyordu, bu bok çukurundan ikimiz beraber çıkacaktık. Tüfeğin ucunda bulunan süngüyü aldım ve halata bağladım. Sonra ise tam fırlatacaktım ama aklımda bir soru belirdi. Pavel'i nasıl çıkaracaktım. Sonra çantamı geri aldım ve suyu bulmak için göz gezdirdim. Suyu hemen çıkardım ve Pavel'e döndüm. Çok dar değildi, hareket edebiliyordum. Suyu elimle tuttum ve Pavel'in kurumuş dudaklarını açtım. Şişenin kapağını elimle tutarak çevirdim. Sonra suyu Pavel'in ağzına döktüm. Kapağı kapatıp suyu çantaya koyduktan sonra konserveyi aldım ve bir süngüyle kapağını kestim. Sonra aynı süngüyle bir tutam sebzeyi Pavel'in ağzına götürdüm. Kar fırtınası biteli saatler olmuştu. Pavel biraz kendine gelmiş gibiydi. Bana baktı, gözümün içine.
''Bırak beni, git. Kendini kurtar. Öleceğim zaten, beni kurtarsan bile hantal bir yaralı ile ne yapabileceksin?''
Gözüm doldu ama inat etmiştim. Hem o hem ben kurtulacaktık. Biraz düşüncelere daldım, en iyi yol şuan dışarıda yardım bulup getirmekti. Su ve konserveyi çıkardım. Aksakov'un ulaşabileceği bir yere koydum, kollarını hala kullanabiliyordu. Tüfeğimi omzuma astım, halatı salladım ve fırlattım, yeterince keskin olan süngü kar tabakasına saplandı. Halatı sıkıca belime doladım sonra ise sıkı bir düğüm attım. Tam tırmanmaya başlayacak iken Pavel'e döndüm ve askeri selam verdim. Oda bana karşılık verdi. Gözlerimiz dolmuştu, içim buruktu ama geri dönecektim. Gitmeden önce patchimi çıkardım ve Pavel'e verdim ''Beşinci Dağ Taburu''.
Halatı ellerimle tuttum ve bacaklarımla kendimi iterek çukurdan çıkmaya çalıştım. Bacaklarımla destek alıyordum ve en sonunda elimle kar tabakasını tuttum. Süngüye uzandım ve elimle karı sıkıca tutarken süngüyü çıkardım ve elimle geri sapladım. O şekilde çıkar sapla yaparak kendimi en sonunda dışarı attım. Halatı çevirerek daire haline getirdim ve çantaya koydum. Süngüyü tüfeğime geri taktım ve tüfeğim elimdeyken ilerledim.
Manzara çok korkunçtu bir kaç çukur daha vardı. Çukurların bazıları boştu, bazılarında ölü hayvanların cesetleri vardı. Ama bizim çukura en yakın olan çukurda -6 metre uzaklıkta- Yoldaş Kamenev'in cesedi vardı. Vücudu soluk bir yeşil halini almıştı. Yanakları içeri çökmüş ve zayıflamıştı çok iğrenç bir görüntüsü vardı, hatta az kalsın istifra ediyordum. Çukurun içinde boş kovanlarda vardı, muhtemelen barutla ateş yakmaya çalışmıştı. Uşankamı çıkardım ve içine kar doldurup Kamenev'in üstüne atmaya başladım. Tam gömememiştim, tek bacağı ve uşankası görünür durumdaydı. Çukuru bizimkinin aksine derin değildi, üç metre falandı. Neden kaçmamıştı acaba? Bu soruları bıraktım ve onun üstünde biriktirdiğim kar tabakasına uzanmaya çalışarak, ''Yuri Kamenev, Anavatan Uğruna Kendisini Feda Etti'' yazmaya çalıştım.
Sonra geri etrafa bakınmaya döndüm. Geri yürümeye devam ederken İvanov'un çürümüş kolunu gördüm. Artık burada daha fazla kalmak istemiyordum, yoldaşlarımın cesetlerini görmek hiç güzel bir şey değildi. Alman havan topu saldırısında parçalanışını gördüğüm yoldaşlarım bile beni bu kadar çok etkilememişti. Yürümeye devam ettim. Saatlerce yol yürüdüm, aşırı bitkin düşmüştüm. Tüm erzağı Pavel'e bırakmıştım, açtım ve susuzdum. Yere çömeldim ve karı avuçladım. Ağzıma attım ve çiğnedim. Susuzluğumu geçirmesini umdum. Yola bir kaç saat daha devam ettim, en sonunda bitkin halimle bir ağaca yaslandım. Bir avuç kar daha yuttum. Aklım Pavel'de idi. Yaşıyor muydu? Beni bekliyor muydu? Derin düşüncelerdeyken ağacın başında bayılmışım. Bir grup Mansi beni bulmuş ve dürtmüştü. Yavaşça gözümü açtım bana garip gözlerle bakıyorlardı, Rusça bilen bir Mansi bana baktı. ''Duyuyor musun?'', bu söz aklımda yankılandı. Ağzımı açacak halim yoktu, kolumu kaldırdım. Elimi yumruk yaptım ve başparmağımı kaldırdım. Sonrasında ise bilinci mi tekrar kaybettim.
Gözümü tekrar açtığım vakit bir Mansi köyündeydim. Bir odadaydım ve başımda birisi vardı. Korku dolu gözüme bakıp, ''Merak etme güvendesin'' dedi. Etrafa biraz baktım ve oda içinde bir soba vardı ve geyik eti kızartılıyordu, birde motifli kürk. Rusça biliyordu ama aksanı belirgin oluyordu, durumu anlatmaya çalıştım. Pavel'i kurtarmalıydım, ayağa kalktım. Bir yatakta yatıyordum. Rusça bilen kişi bana bir tutam ekmek ve su uzattı. Yavaşça aldım, ekmekten bir parça ısırdım. Ban lazım olan suydu, suyu bir anda kafaya diktim. Kolumla ağzımı sildim. Dışarı çıkmaya çalıştım. Beni tutup, ''Bitkin düşmüşsün. Dinlenmen lazım'' kafamı ona çevirdim ve ''Nyet!''. Adam beni ikna etmeye çalışıyordu, ama kararım netti; Pavel kurtarılıcak ve eve beraber dönecektik. Aklımın bir köşesinde kalmış kurcalıyordu. En sonunda inat etmeyi bıraktı ve beni bıraktı. Gitmeden önce eldiven, iyi bir kürk ve 2 günlük erzak verdiler. Tek bir şey lazımdı kürek, onuda rica ettim. Verdiler, artık tamamdım. Pavel'i kurtaracaktım sonra ise Petrov'a -yaşıyorsa- ulaşacaktık.
Elime son anda tutuşturdukları haritayı aldım ve geri yola koyuldum. Saatlerce yürüdüm, aralıksız. Artık onu kurtarabilecektim. Yola tekrardan çıktığımda şafaktı. Yolda yürüyor haritadan yaklaşık konumuma bakıyordum. Dar bir yerden geçecektim, iki yosun tutmuş ve üstü karlı kaya ve etrafında orman. Adımımı attım, atmaz olaydım, o kara günde duyduğum sesleri duydum. Hemen silahıma davrandım. Orospu çocuğu geliyordu. Onu yaprakları dökülmüş ağaçların arasında gördüm. Tüfeği kafasına doğrulttum, derin bir nefes aldım. Art arda 20 ele yakın ateş ettim. Biraz sersemlemişti, kafasından kanlar aksa bile dimdik duruyordu. Üstüme koşmaya başladı ben eğilerek kayaların arasına saklandım. En sonuna patikaya atladı. Ayaklarını görüyordum, intikam ateşi kalbimi doldurdu. ''URA!'' süngüyü ayağına sapladım. Acıyla inledi, ardından ise kayanın yanına yuvarlandım ve göğüs kafesine geri kalan 10 mermiyi boşalttım. Sendelemeye başladı. Üstüme fırladı, son nefesinde beni ortadan kaldırmak istiyordu ama tam üstüme düşerken kolu bir ağaca takıldı. Kafasını ise sert bir şekilde taşa vurdu. En korkuncuda göğsüne saplanan başka bir ağaç oldu. Yaratığın yanına ilerledim, süngüyle ''Yoldaş İvanov'un İntikamı''.
Geri döndüm, hemde Pavel'i kurtarabilecek şekilde. Çukurun başına geldim, içeriye baktım. Olduğum yere çakıldım, ağlayamaya başladım. Hüngür hüngür ağlıyordum. Hüngür hüngür, karı yumrukluyordum. Pavel çantasında bulunan halatla kendisini boğmuş ve intihar etmişti. Yanında ise bir not vardı -DP27'ye kazınmıştı- :
Yoldaş Andrey, bana son zamanlarda çok destek çıktın. Ne kadar teşekkür etsem yetmez. Ben Pavel Aksakov, Meçhul Asker'in oğlu. 1935-1960. Patchine, erzaklarına dokunmadım. Senden tek isteğim bedenimi anneme ulaştır. DP27'nin 2 sarjörü hala duruyor onlara ulaşabilir ve tüfeğimi kullanabilirsin. URA!
Oturmuş bekliyordum. Saatler geçmişti, gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Tek yaptığım şey Pavel'in cesedine bakmaktı. Ayağa kalkmak istiyordum, kalkmak, kalkmak, kalkmak, kalkmak. Bir kaç saat daha geçti, orada çökmüş kalmıştım. Hava kararmıştı, etrafta bir kaç tilki vardı. Birisi yanıma geldi, Pavel'in cesedine doğru atlamaya çalıştı. Silah sesleri yankılandı ve zavallı tilki bir deste kurşunla göçüğe saplandı.
Bölüm 4: Karanlıktan Sonra
Koşarak ormana gittim. Hiç bir şey umrumda değildi, saatlerce koştum. En sonunda o kayaların, o ormanın, o yaratığın olduğu geldim. Tüfeğime süngüyü sapladım ve yaratığa saplamaya başladım. O yaratık artık benim için katalizor -olayda payı olan ama tüm suçun üstünde olmadığı şey- idi. Yüzlerce kez o süngüyü ona sapladım, her saplamada ortaya çıkan kan beni dahada işi sürüklüyordu. Kıpkırmızı kanın üstüne pastanın kirazı gibi ay ışığı yansıyordu. Tüfek, süngü, yüzüm, üniformam ve uşankam kıpkırmızı kan oldu. Kanda yüzümü görebilecek kadar kan kapladı. Süngüyü tam saplayacaktım, bir anda metal bir şeyin yansıması gözümü aldı. O garip şeye baktığımda ise o üstünde bir koordinat ve numara yazılıydı.
Mansilerin verdiği haritayı aldım ve birn taşın üzerine serdim. Koordinata iyice baktım, inceledim. O yazılı şeylerin ortak olduğu noktayı buldum, yere eğildim ve bir çubuk aldım. Hemen hemen bir kalem boyutunda kırdım, yaratığın cesedinde olan kanlara batırdım ve o çubukla tamda o noktayı işaretledim. Sonra ise çubuğu yaratığın cesedine fırlattım. Çantamdan Mansilerin verdiği bir ekmeği aldım ve bir kısmını kopararak ağzıma attım. Sonra ise sudan içtim
Ormanın içine daldım, tüfeğimin 2 dolu sarjörü ve birde yarı kullanılmış vardı. Yaklaşık 70-80 mermiyle yola çıktım. Ormanın içinde meçhul bir yerdi, intikam ateşi içimde yanıyor ve ilerlemem için adeta bir trende kömür görevi görüyordu. Saatlerce yürüdüm, dışarı soğuktu ama intikam ateşi beni sıcak tutuyordu. En son o konuma geldim, tüfeğine sarıldım ve nişan durumunda iken ilerledim. Garip bir tahıl ambarı vardı, kapıya tekme attım ve içeri girdim. Bir anormal şekilde duran bir dolap vardı, dolaba tekmeyi bastım ve yere yığıldı. İçeride bir kapak vardı, üstünde orak ve çekiç vardı. Kapağı açtım ve içeriye daldım. Bir merdivene tutundum ve yavaşça nazikçe içeriye girdim. Bir gri renkli koridor vardı, koşmaya başladım. İntikam ateşi beni harlamış ve üzerine heyecan duygusu bastırmıştı. Koridor sonucunda ise 2 farklı kapı, ikiside kilitliydi. Nasıl açacağımı düşünürken, birisinin sürgüsü yavaşça açıldı ve bir AK47 ucu yavaşça çıktı. Düşünmeden süngüyü hızlıca sürgüden içeri soktum, bir anda kan sıçradı. Sonra ise dipçik ile cesetle silahı ittirdim. Elimi içeriye soktum ve kapıyı açtım.
Sonra ise kapıyı tekmeledim ve içeriye daldım. Düşünmeden ateş açmaya başladım, gözümün önünde bir KGB Eri yere yığıldı. Hızlıca ilerlemeye devam ettim. Bir kapı daha vardı, kapı bir anda açıldı ve bir KGB Subayı ortaya çıktı. Tabancasını bana, kafama doğrulttu. Erken davranarak onu vurdum, kabine giren mermi onu yere yığmaya yetti. İlerlemeye başladım, bir anda koridorun ucundan siyah yerden bir ateş açıldı. Kendimi en yakın siper alabileceğim yere yuvarladım. Ardından ise etrafa göz gezdirdim. Kafamı kaldırmam bile mümkün değildi. Duvarda ise bir havalandırma kapağı vardı. Süngüyle vidalarını çevirdim ve çıkardım, sonra ise üstüme gelen kurşunlarla içeri girdim. Hemen sürünmeye başladım, havalandırmanın diğer ucuna geldim. Tekme ile kapağı kırdım ve dışarı çıktım. İki adet KGB Eri vardı. Birisinin kafasını dipçikle yardım, beyinciğinden kan fırladı. Diğerini ise bana dönmeden kafasından vurdum. Her yerim kandı, beni gören bir kişinin korkmaması imkansızdı.
İlerlemeye devam ettim, en son bir odaya girdim. Sağ tarafta 4 oda vardı KGB, Bilim İnsanları, Dezenfeksiyon, Aşılar. Teker teker tekmeyle tüm odaları açtım ve içeride bulunan herkesi öldürdüm. En son aşılar odasına girdim, 2 kişiyi tereddüt etmeden vurdum. Lakin içeride bulunan bir bilim insanını vurmak istemedim, genç ve güzeldi. Sarışın omuz hizasında uzanan saçları, bembeyaz teni, gözlerinde bulunan o masum ifade. Göz göze gelmişken bana bir anda tabanca doğrulttu, erken davrandım ve o kadını istemeden alnından vurdum. Bu ağır anı bir anda koridordan gelen iki subayın tabanca ile ateşi bozdu. Zaman bir anda hızlı akmaya başladı. Bacağımdan bir kurşun isabey etti ama adrenalin hem acıyı hem hissi bastırıyordu. Odaya geçtim ve beklemeye başladım, peşimden birisi koşarak geldi odaya daldı. Odaya dalmak onun en büyük pişmanlığı olacaktı ama bu pişmanlığı yaşayacak kadar uzun yaşamadı. Şakağına sıktığım bir kurşun ile yere yığıldı. Hızlıca cesetlerin arasından çıktım ve diğer subayın kalbine süngü sapladım.
Koridor sonu bir laboratuvara çıkmaktaydı. Bir yerin üstünde bazı düğmeler ve bilim şeysileri vardı. O yerin baktığı çukurumsu yerde ise 4 tane daha o yaratıktan vardı. İsimleri is Almas olarak geçiyordu. Ben bunları görene kadar orada bulunan bir subay bana tabancanın dipçiği ile vurdu. Yere kapaklandım ama tüfeğime sarılarak hızlıca onu alnından vurdum. Burada ise bir kaç bilim insanı vardı, düşünmeden tüfekle hepsini öldürdüm. Etrafa baktım, başka bir oda vardı. Bu odada ise Denekler yazıyordu. İçeriye girdim, bir düzine sandalyelere bağlanmış Amerikan Esiri vardı. Tüfeğim ile hepsinin kafasına bir el ateş ettim. Laboratuvara döndüğümde ise diğer uçta İmha Butonu vardı. Düşünmeden imha etmeye gittim. Anahtarla açılan bir cam fanus vardı. Kırmaya çalıştım ama dipçik kırmak için yeterli değildi. Bende ise daha demin öldürdüğüm Sovyet Subayı'nın yanına gittim. Apoletine bakılırsa bir albaydı. Anahtara muhtemel olarak sahipti. Cesedini ters çevirdim ve göğüs cebine baktım, bir anahtar vardı. Aldım. Koridora son bir kez baktım, ufak bir titreme dalgası geldi. Yarım deste yere yığılmış veya duvara yaslanmış ceset vardı, bazıları KGB Personeli bazıları Bilim İnsanı'ydı.
Düşünmeden ilerledim, anahtarla cam fanusu açtım. Düğmeye bir yumruk attım. Bir anda büyük bir patlama gerçekleşti.
Urallar'da bulunan A.... Dağı'nda Büyük Patlama!
Dağda büyük bir patlama yaşandı, tahmini ölü sayısı 25. Patlama izole bir tahıl ambarında gerçekleşti.
Yazar: Ozan

Yorumlar